viernes, 12 de julio de 2013

Chomsky’nin kehaneti

Ali Bulaç
Noam Chomsky, daha Mursi Mısır cumhurbaşkanı seçilmeden evvel Batı’nın hiçbir zaman Ortadoğu’ya demokrasi getirmek gibi bir hedefinin olmadığını söylüyordu.
 Bu demektir ki ABD’nin desteklediği toplumsal ve politik hareketlere güvenmek büyük saflık olur. Batı’nın İslam ve Ortadoğu konularında izlediği strateji “İslam teorik olarak, doğası gereği demokrasiyle uyuşmaz, Arap ülkeleri de demokrasiye uyum sağlayamaz” önkabulüne dayanır. Bunun bir gerçeklik temeli olmadığına işaret eden ünlü filozof, Arap ülkelerinde sürekli demokrasi geleneği, arayışı ve mücadelesi olduğunu söyler: “Ancak bu demokrasi isteği sürekli Amerikan-İngiliz desteği ile baskı altına alınır. Bölge halkları seçimle bir parlamento oluşturursa, askeri darbe tertiplenir veya kendi destekledikleri bir diktatör aile demir yumrukla ülkeyi yönetir.” Sözü uzatmaya gerek yok, Batı’yı iyi bilen Chomsky’nin kehaneti Mısır’da gerçekleşmiştir: Chomsky, darbe taktiğini şöyle özetliyor:
       “Demokratik seçimler olursa, darbe yap. Darbe yapacak ortam yoksa ortamı müsait hale getir. Arkasından bir diktatör gelecektir. Diktatör, uluslararası kurallara uymaz da ekonomik özgürleşmeden bahsederse, hele petrol ve diğer doğal zenginlikleri paylaşmak istemezse halkı sokağa dök.”
        ABD, tabii ki doğrudan halkı sokağa dökmez, ama halkı sokağa dökecek iç dinamikleri ve kitlesel hareketleri ustaca yönlendirir. Operasyona girişmeden önce ülkenin ve genel olarak uluslararası kamuoyunun zihin haritasını şekillendirmeye çalışır. Mesela Mısır’la ilgili kamuoyunda sürekli Müslüman Kardeşler’in doğaları gereği özgürlükleri kısıtladığını, başkalarının yaşama biçimine müdahale ettiklerini ve otoriter eğilimler taşıdıklarını propaganda edip durdu. Dahası bölgedeki otokrat rejimleri İslam’la ilişkilendiren ve muhtemel bir İslami yönetimin baskı getireceği telkininde bulunan Batı, Chomsky’e göre baskıcı rejimlerin en büyük ihracatçısı ve destekleyicisidir: “Ortadoğu’daki askeri darbeleri yapan, faşist cuntaları iktidara getiren ABD ve İngiltere’dir.” Batı inanılmaz ikiyüzlüdür, “Şeriat tehlikesi”ne vurgu yapar ama mesela şeriatla yönetildiği iddia edilen ülkelerin –mesela Suudilerin- darbede yardımına başvurur.
       Batı’nın bir algıyı nasıl inşa ettiğini iyi anlamakta fayda var. Bu konuda sponsorluklarını üstlendiği sivil toplum kuruluşları, insan hakları dernekleri, feminist örgütler, kadın hareketleri, araştırma merkezleri, stratejik düşünce kuruluşları önemli rol oynar. Her şey masum gibi görünür, faaliyetler o ülkenin yararına sunulur. Bir Filistinli durumu şöyle özetler: “Uzun yıllar beraber çalıştığımız Batılı STK’lardan kuşku duymadık, bizden somut bir talepte bulunmadılar; ne var ki bir süre sonra zihin haritamızın onların çizdiği gibi şekillenmeye başladığını fark ettik. Bunun farkına varan da çok az sayıda kişi olur.”
       Mısır uzun yıllar bu çalışmaların yürütüldüğü önemli ülkelerden biridir. Tarık Ramazan, bir Rand raporuna dayanarak Mısır’a seçimlerden önce 80 milyon dolar harcandığını yazmıştı (Star, 25 Mart 2012). Mübarek sonrası Mısır yönetimi, ABD ve AB ile ortak projeler yürüten STK’lar konusunda soruşturmalar yürütmeye karar verdi. Çünkü eldeki verilere göre ABD’nin Kahire Büyükelçisi Anne Patterson, Mısır’daki insan hakları derneklerine 31 milyon Euro aktarmıştı. Soruşturma akamete uğradı.

       Bunları yazmakla toplumsal hareketlerin dış destekli olduğunu anlatmaya çalışmıyorum, ama Batı’nın sosyolojik haklı temeli olan bir tepkiyi nasıl manipüle etme gücüne sahip olduğunu hatırlatmak istiyorum. İnteraktif ilişki ve etkileşimin hızla işlediği dünyamızda hiçbir toplumsal olay bölgesel ve uluslararası boyutlardan bağımsız düşünülemez. Ta

Başsız ve bahtsız İslam coğrafyasının ilacı?

Abdülhamit Bilici
Rahmet ayı Ramazan’ı coşkuyla yaşıyoruz. Maşallah camiler lebaleb dolu. Dillerde Kur’an ve dua. İnsanlar bir mukabeleden diğerine koşuyor. Ülkemizde ve İslam dünyasında milyonlar oruçlu. Tavaf’a koşan müminler, Beytullah’a sığmıyor.
Ama bu parlak tabloya hiç uymayan, yürek yakan bir halde İslam coğrafyası. Bir zamanlar görkemli Emevi devletinin merkezi Suriye’de, 2 yıldır insanlar vahşice boğazlanıyor. Şehirlere füze atılıyor. Mabed ve türbeler tank, uçak bombardımanı altında. Sözde, İslam’ın bayraktarlığını yapan İran rejimi ve Hizbullah, zalimle saf tutmuş mazlum kanı akıtmakta.
İlim, sanat ve düşüncede Müslümanların en parlak dönemini yaşadığı Abbasilere ev sahipliği yapan Irak’ın durumu farklı değil. Her gün yeni intihar saldırıları ve yüzlerce ölü haberleri çoktan rutin olmuş. Hoşgörü sembolü Mevlânâ’nın memleketi Afganistan kaosta. Bir zamanlar Taç Mahal’i inşa eden Babürlerin ülkesi Pakistan, kan revan. İsrail işgalinin ağır faturası yetmiyormuş gibi Filistin’in evlatları, parçalanmış topraklarını bir de aralarında bölmüş durumda. Özgürlük yoluna yeni adım atan Mısır, halkın bir kesiminin ve İslam dünyasının bir kısmının ölümcül alkışları arasında yediği darbeyle perişan.
Bu kaotik coğrafyanın biricik umudu ülkemizde de istikrarı her an dinamitleyecek riskler hâlâ diri. Vesayetçi, kan emici odakların tehdit ve şantajları karşısında bile dostu düşmanı ayırmakta zorlanan, samimi ikazda bulunanların ötekileştirilip taciz edildiği, istişarenin bereketinden mahrum bir hava var.
Müslümanların yeniden dünya dengelerindeki yerini almasını istemeyenlerin bitmeyen oyunlarını saymak gereksiz. Zira İslam dünyası onlara ihtiyaç duymadan birbirinin kuyusunu kazmakta çok mahir. Medeniyetimizin yaşadığı bu iç kriz, dış saldırılardan daha feci. Irak’taki işgalde 100 bin kişi öldüyse iç savaşta ölenlerin sayısı 700 binden fazla. Ölenin de öldürenin de kıblesi aynı.
Tarihte de böyleydi. En büyük düşmanlarıyla baş eden Müslüman devletler, değerlerinden uzaklaşarak kendini yenileyememenin tetiklediği zafiyetler yüzünden çöktü. Emevileri, Abbasileri, Endülüs’ü, Selçuklu’yu, Osmanlı’yı çökerten bu iç hastalıklardı. İç çürümenin yıkıcı etkisi, işgal, savaş gibi dış saldırılardan büyük oldu. Savaşlarda belki çok insanımız şehit düştü, şehirler tahrip oldu, geçici acılar yaşandı. Ama kültürel, tarihî, dinî değerler asıl darbeyi içteki başkalaşmadan aldı.
Dıştan gelen darbe, kolun/bacağın kırılması gibidir. Basit tedavilerle iyileşir. İyileşmese de bununla yaşanır. Ama iç darbe, kanser gibidir. Vücut sapasağlam görünse de bu virüsü kaptı mı işi biter. İçten hastalanmış İslam dünyasının, haricî tedaviyle iyileşeceğini sanmak, pansuman ve iyi yemeklerle kanseri tedavi etmeye çalışmak kadar beyhude. İthal tedavilere rağmen İslam dünyasının her köşesinden yükselen feryatlar bunu göstermiyor mu?
Başsız ve bahtsız koca coğrafyada bugün yaşanan sıkıntılar, aslında birbirine eş değerde olan, Allah’ın şer’i ve tekvini kanunlarına uymamanın cezası. Kur’an açıkça bunu haber veriyor: “Bir millet kendi güzel ahlâk ve meziyetlerini değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.” (Enfal, 53)
Demek ki, Müslümanlar için en ciddi tehlike, özden uzaklaşma, kendi değerlerine yabancılaşma. Dili, dini, rengi ne olursa olsun insana saygı başta olmak üzere birçok değeri kendisine öğreten Allah ve Peygamber’e yabancılaşanların, Müslümanlara da dünyaya da sunacağı bir şey yok. Köyümüz, kentimiz, şarkımız, örfümüz, ruhumuz diye diye sürekli bizi biz yapan değerlere vurgu yapan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bu konudaki uyarısı önemli: “Böyle bir deformasyon, nimetlerin bütün bütün kesilmesine, hem insanların hem toplumun İlahî azaba uğramasına sebebiyet verebilir.”
Çare ise yaşadığımız bunca elim hadiseleri ihtar kabul edip, kendi değerlerimizle barışmak. Çoraklaşan maneviyatımızı ve kaotik dünyamızı, Kur’an ve Peygamber ahlakıyla tamire başlamak. Allah/insan, madde/mana, dünya/ukba arasında kaybettiğimiz dengeyi, dürüstlüğü, özgürlüğü, insan ve doğaya saygıyı, irfanı yeniden keşfetmek.  

İsterseniz, her birimiz ve tüm İslam dünyası, Peygamberimiz’in (sas) bize önerdiği şu 9 ahlak ilkesi ışığında kendimize bakıp, ne kadar Müslüman’ız karar verelim: Gizli açık her yerde Allah’a saygılı ol. Sakin halinde de öfke anında da doğruyu söyle. Zengin de fakir de olsan israf etme. Sana zulmedeni affet. Sana gelmeyene git. Sana vermeyene ver. Konuşman zikir; susman tefekkür; bakışın ibret için olsun.

Internet, democracia e imperio


los ciudadanos deberán obligar a las empresas de comunicación a elegir a quién quieren servir, a los Estados o a ellos

 


¿Es Internet una herramienta de liberación o de opresión? Hasta las revelaciones de Edward Snowden, hemos podido vivir en el, al parecer, feliz malentendido de que la combinación de Internet y las redes sociales habían concedido a los individuos una capacidad de organización y actuación prácticamente ilimitada. Las redes sociales, nos han venido diciendo, no solo nos empoderan socialmente sino que ponen a nuestro alcance una poderosísima herramienta política. Twitter y Facebook, aunadas a la capacidad de Google para diseminar en tiempo real un increíble volumen de información de un extremo a otro del planeta, se habrían convertido en las nuevas armas con las que la ciudadanía podría controlar el poder y, eventualmente, resistirse a la tiranía. Como lo fueron en su momento la imprenta, la radio o la televisión, Internet ofrecería hoy a los ciudadanos la capacidad de zafarse de cualquier forma de autoridad política monopolística y autoritaria. Esta es, a grandes rasgos, la que podríamos describir como la visión horizontal, o libertaria, de la tecnología. Y aunque a veces exagerada, como el caso de las supuestas revoluciones de Twitter en Túnez o Egipto, que nunca fueron tal, esta visión contenía elementos suficientemente robustos como para albergar una esperanza razonable de que la tecnología y la democracia podían estar sólidamente aliadas.
 Snowden nos vemos obligados a conceder mayor verosimilitud a la visión contraria, que podríamos llamar autoritaria o vertical. Porque, por mucho que antes sospecháramos (recuérdense las revelaciones sobre la red Echelon) ahora sabemos que mientras millones de ciudadanos usan despreocupadamente Internet y las redes sociales, una serie de Estados han adquirido la capacidad de controlar verticalmente esa red y su contenido.
La línea de defensa de las autoridades estadounidenses se ha centrado en: uno, asegurar que la capacidad de escucha solo se refiere a los llamados metadatos, es decir que no hay control de contenidos sino solo de flujos; dos, que solo hay acceso excepcional y bajo estricto control judicial a los contenidos completos de la información, como viene ocurriendo tradicionalmente con las escuchas telefónicas; y, tres, aunque a los demás nos sirva de poco, que los objetos de esta vigilancia nunca han sido ciudadanos estadounidenses dentro de Estados Unidos.
Sin embargo, esta versión edulcorada parece tener muy poco de cierto. Las revelaciones de Snowden a la revista Cryptome apuntan a que el acceso por parte de los servicios de inteligencia a los cables submarinos por los que transitan los datos de Internet permite a estos servicios tener un acceso completo a todos los contenidos que transitan por la red, siendo el único problema la capacidad de almacenamiento y procesamiento, que hoy por hoy se situaría en 72 horas, después de lo cual se procede al borrado. Teniendo en cuenta la velocidad a la que aumenta la capacidad de almacenamiento y procesamiento, es lógico suponer que esa barrera de las 72 horas se irá ampliando progresivamente sin gran dificultad. Así pues, si se sabe lo que está buscando, el acceso sería completo, lo que incluye desde las comunicaciones de los individuos a sus expedientes médicos, todo.
El análisis de estos hechos puede plantearse en dos ámbitos: el de los ciudadanos (tecnología y democracia) y el de los Estados (tecnología e imperio). En el primero debemos comenzar a pensar seriamente cómo controlar más eficazmente a esas grandes multinacionales de la comunicación social ya que, aunque nos empoderan horizontalmente, también están al servicio de aquellos que nos quieren controlar. Si quieren asegurar su libertad, los ciudadanos deberán obligar a esas empresas a elegir a quién quieren servir, a los Estados o a ellos, y mostrar claramente las garantías con la que harán.
En el segundo, el de los Estados, nos obliga a cuestionarnos hasta qué punto es verdad que el ascenso de los países emergentes suponga una igualación del poder de los Estados y, en paralelo, el fin de la hegemonía estadounidense. ¿De verdad vamos a un tipo de mundo donde EEUU es solo un poder más? ¿O más bien estamos ante la capacidad de EEUU de perpetuar su posición hegemónica sobre la base de una capacidad tecnológica-militar netamente superior a cualquier competidor? La horizontalidad de los Estados, al igual que la de los ciudadanos, también podría ser otra quimera.
Desde tiempo inmemorial, la autoridad política ha estado estructurada de manera que, hacia dentro, unos pocos han gobernado a otros muchos mientras que, hacia fuera, el sistema internacional se ha organizado de forma jerárquica con un pequeño centro de poder y una gran periferia. En los dos casos, la dominación se ha basado en la superior capacidad tecnológica ¿Por qué iban a ser las cosas diferentes ahora?

La catástrofe egipcia

 

Los militares esperaron emboscados a que se radicalizara la protesta en los últimos meses


Es un golpe de Estado y nada lo puede disfrazar de acto democrático. Los militares egipcios llevaban organizando este golpe desde hace meses; habían trabajado mucho para lograr presentarse como los héroes de la nación, aprovechando las manifestaciones de la ciudadanía egipcia contra la política aberrante del presidente electo Mohamed Morsi. Estos últimos meses, los militares participaron en la represión tanto en contra de los manifestantes islamistas como de los laicos; fomentaron activamente las penurias de agua y de electricidad y, en complicidad con la policía y los servicios secretos, no hicieron nada para evitar los enfrentamientos entre civiles. Esperaban, emboscados, la radicalización de la protesta y tras la inmensa manifestación del 30 de junio en contra de Morsi pasaron a la acción. Desde el golpe de Estado han matado a decenas de manifestantes, y van a seguir, instaurando así un nuevo sistema autoritario en el país.
Por su parte, los Hermanos Musulmanes no están libres de culpa. Llegados al poder, intentaron islamizar las instituciones republicanas del país, imponer una dictadura, blanda pero real, en contra de los demás partidos, monopolizar los puestos más importantes, y algunos no dudaron en aprovecharse del dinero público sin hacer nada para aliviar las horrorosas condiciones de vida de los más humildes. De hecho, gobernaron al estilo de los dos últimos faraones, Mubarak y El Sadat. Pero ni el primero ni el segundo se atrevieron, conociendo la potencia de la tradición estatal egipcia, a firmar el decreto que se otorgó a sí mismo Mohamed Morsi, ¡pretendiendo dirigir el aparato judicial! Además, los islamistas incitaron al odio hacia las mujeres no veladas, no hicieron nada contra los violadores e incluso animaron a estos bárbaros a cometer sus crímenes para “limpiar” el espacio público de toda presencia femenina. Estaban abriendo vía a un fascismo religioso ultraconservador. ¡Y todo ello sin haber desempeñado ningún papel en la revolución que derrocó a Mubarak! Por otra parte, el partido salafista Nur, más fanático y repulsado por no haber podido conseguir una islamización rápida y radical del poder político, se levantó contra ellos y no dudó en aliarse con los militares y los laicos para combatirlos, lo que dice mucho sobre la increíble confusión que domina el campo político egipcio. La realidad es que la regresión religiosa que afecta a este país es una grave amenaza para la transición democrática.
Pero los Hermanos Musulmanes habían ganado las elecciones, si bien con un margen muy estrecho y una tasa de abstención que superaba la mitad de los 88 millones de egipcios. En una democracia clásica, este resultado normalmente habría llevado al vencedor a mostrar un perfil modesto y a compartir el poder con sus adversarios para gobernar. Por el contrario, la incompetencia y la voracidad de los islamistas por adquirir privilegios les llevó a comportarse como los misionarios divinos de su ideología arcaica y autoritaria.
Frente a ellos, los partidos de la oposición laica y liberal, reagrupados en el Frente de Salvación Nacional, también han demostrado divisiones y debilidades. No han sabido organizarse a través de un programa social movilizador; la batalla interna, además de las rivalidades personales, se hace ahora a tres bandas: los partidarios del régimen derrocado de Mubarak, los remanentes del régimen de Nasser, bastante dogmáticos, y los nuevos actores de la sociedad civil, muy divididos. No es casualidad que la inmensa movilización que culminó el 30 de junio haya sido resultado de la iniciativa de jóvenes revolucionarios, libres de pertenencia política, auto-organizados en un grupo llamado Tamarod (rebelión).
El golpe de Estado no soluciona nada, es más, va a radicalizar estos conflictos; los militares no podrán imponer una dictadura porque hay una revolución en curso. Lo peor que podría ocurrir sería una alianza, frente a la represión, entre los salafistas del partido Nur y los Hermanos Musulmanes. En ese caso, probablemente nos encontraríamos ante una guerra civil comparable a la de Argelia (1991-2000). Sería una situación dramática para el pueblo egipcio y la estabilidad en toda la región. La otra vía es sencilla: que los militares devuelvan el poder al pueblo con elecciones legislativas rápidas y que los islamistas acepten la constitución de un gobierno de unidad nacional en torno a un programa de salvación pública. Pero hoy, nada es menos seguro que esta vía de la razón.